22 Ekim 1913te Budapeştenin Peşte yakasında bir çocuk doğdu. Doğumu üç olağandışı işaret taşıyordu: Ana rahminden çıktığında başı hâlâ zarla kaplıydı. Zar çıkarılınca birkaç aylık kadar siyah saçı olduğu görüldü; bir elinde de altıncı bir parmak vardı. Annesi ve annesinin arkadaşları bu durumu çocuğun ünlü bir kişi olacağına yordu. Çocuk gerçekten de ünlü bir kişi oldu… Bu çocuk Endre Friedmanndı. Ama artık bu adla onu kimse tanımıyor. Kendisini üne kavuşturan ad ise Robert Capa… 20. yüzyılda fotoğraf, hele savaşın fotoğrafı dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri…
Robert Capanın sadece hayatı boyunca çektiği beş büyük savaşa ve pek çok toplumsal olaya dair fotoğrafları değil, hayatı da bir efsanedir. Capanın, henüz birleşmenin bütünleşmeye dönüşmediği Budapeştede, otoriter ve işbilir bir anne ile neşeli ve şanslı bir babanın en çok sevilen ve şımartılan çocuğu olarak başlayan hayatı, adeta 20. yüzyılın özeti gibidir. Savaşın hep en sıcak anına tanıklık eden; ama yalnız öldürücülüğünü değil, yanı başında sürüp giden hayata tutunma çabasını da kayıt altına almayı görev edinen Capa, yine en iyi fotoğrafın en yakından çekilen olduğu inancıyla çalışırken 25 Mayıs 1954te Çin Hindide mayına basarak hayatını kaybedecekti.
Richard Whelanın yazdığı Robert Capa kitabı (Agora Kitaplığı) 20. yüzyılın bu dur durak bilmez tanığının efsanevi hayatını anlatan kapsamlı bir biyografi. Capa ile ilgili hemen her şeyi görme kaygısı taşıyan yazar, ünlü fotoğrafçının kimi zaman kendisinin, kimi zaman da etrafındakilerin biraz abartıyla anlattıkları ve böyle yerleşen pek çok konunun da aslında öyle olmadığını yazacak kadar titiz davranmış. Kitaptan, ustanın Capa soyadının ünlü yönetmen Frank Capraya olan hayranlığın tesiriyle türetilmiş olduğunu öğreniyoruz. Bir gün sinemaya geçmeyi düşünen Andre, Hoollywoodun en ileri gelen yönetmenlerinden birininkine yakın bir soyadının işine yarayacağını anlamış olmalıydı. diyor yazar. Nitekim, sonraları Caprayla karıştırılan Capa, röportaj teklifleriyle davetlere çağrılacaktır.
Budapeşteden göç ettiği Berlinde ilk Leica fotoğraf makinesine sahip olan Capa, kendini ölüme kadar götürecek bir uzun yolculuğa çıktığının farkındaydı şüphesiz. Adını, 1932de Kopenhagda Troçkinin ateşli nutuklarını görüntüleyen fotoğraflarıyla duyurdu.
Nerede savaş var, Capa orada
Hayatı boyunca beş büyük savaş ve elliye yakın çatışmayı fotoğrafladı. 1935te gittiği İspanyada, hükümete karşı oluşturulan, Franco önderliğindeki faşist ve monarşi müttefikliğinin yol açtığı iç savaşın ortasında kaldı. Bu savaş, Capanın en ünlü fotoğraflarını çektiği dönem olacaktır. Buradaki çalışmaları, uzun röportajlar şeklinde, önce VU dergisinde ardından Life gibi etkili dergilerde yayınlandı. Cordoba cephesinde, 5 Eylül 1936da çektiği Düşen Asker fotoğrafı, Capayı dünya çapında bir üne kavuşturdu. Bu fotoğraf şüphesiz, Normandiya Çıkarması, ABD askerlerinin Berline gelişi, Kurtuluş gününde Pariste sivillerin taranışı, Çinli milislerin örgütlenişi ve Vietnamdaki ölüm tarlaları gibi sayısız önemli fotoğrafa imza atan Capanın, 20. yüzyıla ait en akılda kalıcı fotoğraflarından. O, gerekirse amacı için ölmeyi göze alabilecek bir karaktere sahipti. Savaşan insanların yaşadığı risklere ve zorluklara ortak olmadan, savaşın fotoğrafının çekilmesinin ahlaki olarak mümkün olmadığını savunuyordu. Capa 1947de de Magnum ajansının kurulmasına öncülük eder. Dostu David Seymour ile başlattıkları girişim, sonraları günümüzün en önemli foto muhabirlerini bünyesinde toplayan bir organizasyon halini aldı.
Capanın Fransadan Vietnama, İspanyadan Japonyaya uzanan fotoğraf öyküsünün bir durağı da Türkiyedir. 1946 yılında belgesel hazırlamak üzere Türkiyeye gelen Capa, iki ay boyunca İstanbulun saray ve camilerinden Ankaranın çağdaş yapılarına, Çanakkale Boğazını koruyan bir garnizondan sınırları denetleyen bir hava üssüne, Boğaziçindeki balıkçılardan köylerdeki tütün üreticilerine, cumhurbaşkanlığı makamındaki İnönüden Demokrat Partinin bir toplantısına kadar Türkiyeyi belgeler.
Richard Whelanın kitabı, sadece Capanın yaşamını yansıtmakla kalmıyor, bir dönem okuması da sunuyor. 20. yüzyıla en çok yakışan ismin savaşlar çağı olduğunu söylüyor. Bütün bu kan ve barut kokusunun arasından, bulutlardan sızan gün ışıkları gibi aşk da sızıyor yaşama sevinci de…
Yazar ve sanatçı dostlarının fotoğraflarını da çekti
Elbette benzersiz bir savaş fotoğrafçısıydı; ama Capa aynı zamanda bir entelektüeldi, özellikle edebiyat ve sinema dünyasından dostları vardı. Bu dostluklar, geride pek çok önemli fotoğraf bıraktı. Picassonun, Henri Matissein, Ingrid Bergmanın, Gary Cooper, John Steinbeck, kareleri ve tabii ki Hemingwayı avlanırken görüntüleyen o unutulmaz fotoğraf…