– Yani… Karşıdan bakana nasıl geliyor bilmiyorum ama lise sonrası, askerlik hariç, hep bıyıklı olduğum için aynaya baktığımda kendimi farklı görüyorum.
– Sizin çevrenizde yadırganmıyor mu 'bıyıksız olmak' peki?
– Yok, gençlerde de bıyık yok artık! Eskiden insanlar muhafazakârsa bir şekilde bunu belli ederlerdi, bıyık da bunun en kolay belli etme biçimiydi…
– Siz de artık belli etmek istemiyorsunuz anlaşılan…
– Kimsenin bana bu yolda bir telkini olmadı. Ama son zamanlarda Türkiye'de simgeler üzerinden o kadar çok tartışma yürütülüyor ki, bu simgeler birebir biz oldu. Başörtüsü, sakal insanların kimliklerini bir şekilde dışa vurması olarak görünüyor. Ben kimliği çok belirgin bir insanım; bıyıklarımı keserek bunun önemli olmadığını gösterdim.
– Yani bıyık kesmenizin bir mesajı var, öyle mi?
– Kendimce böyle bir mesajı var. Alan olur mu bilmiyorum da, benim vermek istediğim mesaj bu! Yani kimlikler, simgeler üzerinden tartışmayalım, fikirler üzerinden tartışmaları yürütelim demek istiyorum.
– Size ezelden beri 'komplo teorisyeni', 'komplocu gazeteci' denir. Sorabilir miyim bu ünü neye borçlusunuz?
– Ün mü bilmiyorum da, şikâyet ettiğim bir konu değil çünkü benim üzerime oturacak bir şey değil. Komplocu, geçmişte büyük küfür gibiydi. 'Düpedüz bir hayat var, hiç tesadüfler olmuyor bu hayatta, baktığımız zaman ne görüyorsak o' deniyordu. Benim gibiler ise o gün de, aynı bugün olduğu gibi, 'Acaba öyle mi?' diye soruyordu. Buna da komploculuk deniyordu. Halbuki gerçeğin o olmayabileceğini düşünerek, 'Arkasında bir şey var mı' diye aramaya başlayınca pek çok şey buluyordum. Bugün ise, artık sıradan, hiç kafası çalışmayan insanlar bile gördüklerinin arkasında bir şeyler olabileceğini düşünüyor.
– Aslında araştırmacı gazeteciliği tarif ediyorsunuz…
– Yani ben meraklı bir insanım, gazeteciliğin de merak üzerine oturduğuna inanıyorum. Diyelim iki politikacı bir yerde oturuyor, bir şeyler konuşuyor, 'Bunlar ne konuşabilir?' diye düşünüyorum, onun az önce uğradığı bir yerde birilerine soruyorum, o bir şey söylüyor, ötekine soruyorum, 'Bunlar böyle mi konuştular acaba?' diyorum, yazıyorum, 'Vay komplo' diyorlar. Ama eskidendi bu. Artık kimsenin komplocu diyemeyeceği kadar, herkesin kafası komplolarla dolu!
– Yılmaz Özdil'in Hürriyet'e transferini 'Rodos Protokolü'ne bağladınız. Son komplo teoriniz bu mu?
– Bildiğim kadarıyla 2000'li yıllardan beri Aydın Doğan ve gazetelerinin üst düzey yöneticileri Rodos'a gidiyor; orada bir miktar kalıyor, yüzüyor, bıcı bıcı yapıyor, Metaxi isimli restorana gidiyorlar. Baktık ki 2002 yılında Rodos'ta Özer Çiller'le birlikteler! O dönemde medya grubu o zamanki hükümetten özellikle de MHP kanadından mutlu değil. Buluşma; MHP'yi hükümetten uzaklaştırıp ANAP-DSP birlikteliğine DYP'yi katma senaryosu için olabilir. Başladık araştırmaya… Bu arada ben çok önemli iki politikacının bazı askerlerle bu konuları konuştuklarını tespit ettim ve yazdım. MHP de işi öğrenince erken seçim istedi. Bu Rodos 1 aslında! Yakın zamanlarda kendileri yazdı; yine Rodos'a gittiler. Sonra ne oldu? Yılmaz Özdil Hürriyet gazetesine transfer edildi, ardından Emin Çölaşan sütununu kaybetti. Baktığım zaman iki artı iki sanki dört edermiş gibi geliyor. Buna da 'Rodos Protokolü' dedim. Oradan dönünce 'Gül cumhurbaşkanı olmasın' kampanyası başlattılar gazetelerinde, 'Bu da herhalde o protokolün içerisindedir' dedim. Ama ben bunu zaten gevşek bir şekilde yazıyorum, yazdığım sütunun başlığı da 'Kulis.'
– 'AK Parti'ye iktidarı haram edip onu paylaşmaya zorlamak, bunun için de kenarda köşede ne kadar ağır topçu varsa derhal devreye sokmak' şeklinde özetliyorsunuz durumu. Yılmaz Özdil transferinin arkasında bu mu var?
– Esas düşünceleri Yaman Törüner'in seçimlerden önce yazdığı şablon… Biliyorsunuz Törüner hem politika yaptı hem de Merkez Bankası başkanlığı… Birdenbire bir yazısında dedi ki halka, "Siz Tayyip Bey'e de, Devlet Bey'e de, Deniz Bey'e de, hangisine oy verirseniz verin, sonuçta, bu yeni dünyada iktidarı iş adamları, medya patronları, üst düzey bürokratlar ve askerler paylaşıyorlar. Siyasiler de kendilerine bu kesimlerin telkin ettiklerini uygulamaya koyuluyor. Yani sizi biz yöneteceğiz." Zannediyorum bunların da zihninde böyle bir şey var, iktidarı paylaşabilir bir şey olarak görüyorlar, bunu çok arzu ediyorlar.
– En güçlü AKP muhalifi Emin Çölaşan'ın işten çıkarılması da bu senaryonun devamı mıydı yani?
– AKP'yle ilgili değildi bence. O grubun kendi içinde o meslektaşımıza karşı birikmiş bazı sorunlar olabilir. Biraz patronun kendisinin tavrıyla ilgili. Yoksa 'Emin Çölaşan AKP karşıtı, onu gönderelim' diye bir şey olduğunu zannetmiyorum. O sebeple gönderdilerse şu andaki Bekir Coşkun havasını niye yarattılar? O gitmeden önce hemen Yılmaz Özdil'i niye aldılar?
– Türkiye'de iktidar yönetilebilir bir şey mi hâlâ? Bu dönemler geride kalmadı mı artık?
– Geçmişte bazı politikacılar, bazı patronlarla, bazı işadamlarıyla, hatta bazı bürokratlarla kendi iktidarlarını paylaşabildiler; onun da sebepleri vardı o dönemde ama AKP'nin iktidar olmasıyla bu tarihe karıştı. Çünkü Tayyip Erdoğan benim gözleyebildiğim kadarıyla iktidarın paylaşabilir bir şey olduğuna inanmıyor. Daha kompartmancı bir yaklaşımı var; herkesi belli yerlere oturtuyor, yani politikacı politika yapar, hükümet icraatın sahibi, meclis yasama organıdır, işadamı işleriyle meşgul olsun. Gazeteci eleştirsin beni ama benim işime burnunu sokmasın. Dikkat ederseniz yanında politik bir kadro taşıyor, o politik kadroya da başkalarının müdahalesini istemiyor. Yani bana göre bu dönem 2002 seçimleriyle sona erdi ama bunu bazıları maalesef anlamıyor. Bazı insanlarda hırsın sınırı yok galiba!
FEHMİ KORU'NUN ENLERİ
* Sabah kalkınca kimi okursunuz? Yazar olarak değil de bir sıram vardır ona göre okurum gazeteleri; Yeni Şafak, Hürriyet, SABAH, Milliyet…
* Hayatta en nefret ettiğiniz şey? Nefret ettiğim o kadar çok şey var ki… Gereksiz tartışmalar içerisine girmek diyeyim…
* En son okuduğunuz kitap? Boris Akunin diye bir Rus polisiye roman yazarını okuyorum.
* En son izlediğiniz film? Babam ve Oğlum'u bir daha izledim. Hâlâ iç burukluğu yaratıyor.
* En büyük pişmanlığınız? İstanbul'a daha önce gelmemek diyebilirim.
* En sevdiğiniz yemek? Külbastı.
* En sevdiğiniz mekân? Borsa'yı seviyorum.
* En sevdiğiniz ülke? Biraz yaşadığım için Amerika.
* En sevdiğiniz şarkıcı? Adnan Mungan ve kadınlardan Sibel Can.
HÜRRİYET'İN KARİZMASI ÇİZİLDİ
– 'Önemli olan markadır, yazar gitse de gazete bundan etkilenmez' denir. Emin Çölaşan'ın gidişinden sonra Hürriyet'te yaşanan tiraj kaybı ve okur tepkisi şaşırttı mı sizi?
– Yazar var, yazar var; yazarlar arasında fark var! 22 yıl bir gazetede yazıyorsa bir insan, doğal olarak takipçileri olmuştur. Fikirlerini çok sert, çok radikal biçimde ifade ediyorsa, öyle bir yazarın gazetesinden kopması sarsıntı meydana getirir. Ama ben Hürriyet'in son 10 gündür yaşadığı sarsıntıyı bir yazarın ayrılmasına bağlamıyorum. Seçim öncesinde ve seçim sonrası izlediği çizgi okurların kaçmasına sebep oldu bence! Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına engel olmak için kampanya yaptılar, bütün yazarlarıyla yüklendiler, neredeyse bir savaşa dönüştürdüler bunu ama bu savaşta başarılı olamadılar. Büyük bir gazetede yürüttüğün kampanyadan sonuç alamazsan o gazetenin büyüklüğü tartışılır! Geriye dönüp bakın; o büyüklükte bir gazetenin bu çapta yürüttüğü bir siyasi kampanyada başarılı olamadığı başka bir olay göremezsiniz. Bence biraz karizma çizildi!
– Şu sıralar medyanın izlediği çizgiyi 'Post Çölaşan sendromu' diye adlandırmışsınız. Ne demek bu?
– Emin Çölaşan'ın ayrılmasından sonra Hürriyet çok ciddi bir sarsıntı geçirdi. Böyle bir beklenti içerisinde değillerdi. Yılmaz Özdil de o açığı kapatabilecek gibi görünmedi bana çünkü o daha çok Bekir Coşkun kontenjanını doldurabilir… Hatta ben Emin Çölaşan'dan sonra 'Bekir Coşkun da mı gidecek?' diye düşünmüştüm, çünkü iki tane Bekir Coşkun var şu an gazetede! Buna karşılık başka yazarlarının üslupları da, Hürriyet'in genel havası da değişmeye başladı.
– Ne gibi?
– Mesela bir yazarları, 'Sen benim yazacağım yazıya ne karışıyorsun lan' diye yazı yazıyor, Hürriyet yönetimi de onu manşet olarak değerlendiriyor. Düne kadar düzgün üslubu olan bazı yazarlarda ağız bozukluğu başlamış. Hele bir arkadaş var, Fatih Altaylı Hürriyet'ten ayrılıp SABAH'a geçince, 'O boşluğu sen doldur' dediler. O 'aşk yazılarının unutulmaz yazarı' birdenbire Fatih Altaylı türü yazılar yazmaya, başka gazetelerin yönetimleriyle uğraşmaya başladı. Emin Çölaşan ayrıldıktan sonra da 'lan'lı yazılarla bu defa onun boşluğunu doldurmaya soyundu.
– Farklı alanlarda kalem oynatan biri olarak hiç 'merkez medya'da yazmak istemediniz mi?
– Benim merkez medyada yazmama diye bir prensibim yok. Yeni Şafak patronajı, yazarlara öyle bir özgürlük tanıyor ki, bulunduğum yerde rahatım, niye ayrılayım! Yıllar içerisinde SABAH dahil çok gazeteden teklif aldım ama o zamanlar şartlar bana çok uygun gelmedi. Şartlardan kastım; politik şartlar… Dolayısıyla hep şunu düşündüm, burada bulunduğum süre içerisinde elde ettiğim özgürlüğü yeni geçeceğim yerde bulabilecek miyim? Benim için en önemli soru bu. Yazıma çok belirgin bir hata koysam, tuzak bir hata, o hata yarın aynen çıkar. O kadar yazıma dokunmuyorlar.
'İki yazarı tek adam fiyatına çalıştırıyorlar'
– Cümle alem biliyor Taha Kıvanç adıyla yazılar yazdığınızı. Neden sürdürüyorsunuz bu iki yazarlı durumu?
– Bundan keyif alıyorum. Bir dönem Bülent Şirin imzasıyla yazdığımda, yazarın bilinmemesinde yarar olan yazılar yazıyordum. Amaç, anonim bir isim altında başkalarının da katkıda bulunduğu bir sütundu. O olmadı, ilk günden itibaren ben yazdım ama öyle yazılar yazdım ki, benim yazdığım bilinirse gazetenin başyazarı olarak yanlış anlaşılabilirdi. Sonra bu bilinir bir isim haline dönüşünce Taha Kıvanç oldum. İlk yazdığım günden beri herkes biliyordu, bilinmesinde de bir mahzuru yok benim açımdan. Sadece farklı üslup, farklı yaklaşım, farklı konular yazmak derdindeyim. Ben Taha Kıvanç olarak yazdığım konuların çoğunu Fehmi Koru olarak yazamam.
– Taha Kıvanç ve Fehmi Koru yazılarının hangisinden daha çok keyif alıyorsunuz? Yani hangisi daha usta, daha kurnaz, daha kıvrak?
– Ben kendi yazılarıma okur olarak yaklaşsam herhalde 'Kulis'i daha cazip bulurdum.
– Neden?
– Gayet basit, daha sorgulayıcı bir üslup var orada; insanın merak güdüsünü çok fazla tatmin eden bilgiler ve yaklaşımlar var. Bilgiler bence çok önemli, keşke birisi benim için böyle bir çalışma yapsa da, ben onun sütununda böyle bilgiler bulabilsem! Birisi sinemaya gidecek, DVD'ler izleyecek, birileriyle görüşecek, o görüşmede birtakım sorular soracak, onu arayacaklar…
– Peki o zaman diğerine niye ihtiyaç duyuyorsunuz?
– Talep var! İki yazarı tek adam fiyatına alıyorlar gazeteye, daha ucuza mal ediyorlar!