Gündüz mezarlık, gece gerdanlık diye anlatılan, hep bir yalnızlığın gezindiği daracık ve tünelli sokakları, suskun ve görkemli evleri, geceleri gökyüzünün bir karış yaklaştığı damları ile bir masal şehrini andıran Mardin, edebiyata konu oldu, pek çok şiire, öyküye ve albüme girdi bugüne kadar.
Burada doğup büyüyen şair ve yazar Murathan Mungan, Mardinin kendisi için hep sızılı bir çağrışım olduğunu söyler ve şöyle der: Mardinde ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün yakınlığını ve uçsuzluğunu. Sapakları, açmazları, dorukları, yalnızlıkları. Uzun yaz geceleri, dışarıda, avluda yan yana serilmiş yataklara yatar, yıldızları sayarak uyurduk. Cemal Süreya da Mardinin göklerine hayranlığını anlatır bir şiirinde: Kuşlarını salmıştır çatılar / Ve hasatçı bir gökyüzü ki / Eğilip üstüne düşecek kadar / Taştan ağzıyla öpmüştür seni / Kan revan içinde alnaçlar. Hiçbir evin penceresinin, bir başka evin penceresiyle yüz yüze gelmediği, hepsinin bir ötekinin ancak duvarını görebildiği; bir evin damının, bir başkasının avlusu olduğu Mardin, şimdi de fotoğraf karelerine yansıyan büyüsüyle İstanbula konuk oldu. O yalnız ve suskun sokaklar, o bin yıldır konuşmayan hüzünlü taş yapılar, dün açılan Mardin sergisinde, Lütfi Özgünaydının naif fotoğraflarında dile geliyor adeta.
Bir şiir dizesini andıran fotoğraflar; yüzyıllardır, Müslümanı, Süryanisi, Ermenisi, Keldanisi ile insanları barış içinde yaşayan kenti anlatıyor. Çoğu zaman notaların yükseldiğine tanıklık ettiğimiz Atatürk Kültür Merkezinden bu kez bir fotoğraf sergisinden Mardinin senfonisi yükseliyor. Mimari dokusuyla son yıllarda ilgi odağı olan kenti, beş yıl boyunca çeşitli aralıklarla fotoğraflayan Özgünaydın, kentin taş mimarisine ve bir denizi andıran ovasına hayran kalmış. Belli ki safran kokulu ova, baharat kokulu çarşılar, daracık sokaklarda geçen hayattan ve taş yapılardan oldukça etkilenmiş Özgünaydın. Murathan Munganın Bir başkasının memleketini, örneğin, Lorcanın Granadasını, Pavesenin Piomentesini, bunca anlamamı Mardine borçluyum. Mardin, benim tutku derecesinde sevdiğim bir şehir. dediği kentin tarihi ve doğal yapısı karşısında büyülenmeyene rastlamak mümkün değil.
Özgünaydın, mimari, etnografik, arkeolojik, tarihî ve görsel değerleri ile zamanı durdurmuş fotoğraf karelerinde. Beş yıl boyunca Mardinin ilçelerine, hatta köylerine kadar gezmiş. Taş işçiliğin doruğa çıktığı eserleri ve onlara eşlik eden hayatı fotoğraflamış. Bu fotoğraflarda kent adeta dile geliyor; kimi zaman da efsaneler konuşmaya başlıyor. Bazen de fotoğrafa eşlik eden denemelerle anlatıyor Özgünaydın Mardinin efsanelerini. Duvardaki Sızı adlı denemesinde, ünlü Kasımiye Medresesini yapan Sultan Kasımın başının Timur tarafından kestirilmesini anlatıyor sanatçı. Özgünaydın, Mardinin dilini çözmeye başlamış sonunda. Hayranlıkla anlatılan anılar çıkmış ortaya: Mardine bir akşamüstü indim. Kentin karşısına geçip baktım. Mezopotamya ovasının üstüne kurulmuş bu kent, beni çok etkiledi. Taş adeta dile geliyor burada. Üst üste konan tüm taşların öyküsü var. Taş ustaları sözlerini taşın üzerine yazıp ayrılmışlar dünyadan.
500 yıllık Kasımiye Medresesi, Ulucami, Mort Şmuni Kilisesi, taş konaklar, güvercinler… Süryani, Ermeni, Keldani yerleşimleri, göz nuru el işlemeli telkariler… Türkçe, Kürtçe, Arapça… Ezan seslerine karışan çan sesleriyle Mardin, dinler ve diller diyarı. Daracık sokaklarında, esnaf yüzlerce yıllık sanatları icra ediyorlar. Sevgi ve içtenlik kol kola. Tabii tüm bu ayrıntılar, Özgünaydının gözünden kaçmıyor.
Genpanın sponsorluğunda açılan ve 50 fotoğrafın yer aldığı Mardin sergisi, 2 Şubata kadar görülebilecek. Fotoğrafevi ise sanatçının fotoğraflarına kent üzerine yazdığı 23 denemeyi de ekleyerek bir albüm yayınlayacak.