Çoğunluğu gençlerden oluşan hayranları, bir ustanın nasıl dinleneceğini, nasıl alkışlanacağını, ona nasıl saygı gösterileceğini bilen insanlardı. Karşılarında sazı tek başına bir enstrüman olarak dünyaya dinletebilmiş bir virtüoz vardı. Hani, Bir İspanyol çıkıp gitarıyla flamenko çalıyorsa ben neden bunu yapamayayım? dedim. İspanyadaki konserimde hepsini ayakta alkışlattım. Sabaha kadar saz çaldırdılar. diyordu ya Talip Hoca, o sabaha kadar çalsaydı, salondakiler dinlemeye hazırdı. Ne var ki bir buçuk saatlik konser, tadımlıktı ve ancak yıllardır Türkiyeye gelmeyen usta ile hasret gidermeye yetiyordu.
İspanyadan İsveçe, Yunanistandan Avusturyaya sayısız ülkede verdiği konserlerle Türk halk müziğinin evrensel hayran kitlesini oluşturan Talip Özkanı İstanbulda dinleyebilmek, bir ayrıcalıktı. Konsere bu bilincin verdiği heyecanla gittim. Başlarda biraz durgun gibiydi usta, çaldıkça, söyledikçe açıldı. Zeybek havalarına gelince neşelendi. Hatta bir ara o güzelim Denizli ağzıyla Şöyle bir oynayan olmayınca tadı olmuyor ki bu zeybeğin deyince, salondakilerin gönlünü sahneye büsbütün bağladı. Halk müziği, hele çalıp söyleyen gerçek ustalarsa, katılmayı değil, dinlemeyi ister sizden. Ya da bazı sanatçılar böyledir. Talip Özkan işte onlardan; ona eşlik edemezsiniz, türküsünü içinizden de olsa mırıldanamazsınız. Sesinin hiçbir rengini, sazından çıkacak hiçbir tınıyı kaçırmamak için dikkat kesilir, dinlersiniz. Doğal, gönlünüzle, zihninizle, hatıralarınızı da yedeğinize alıp uzun bir yolculuğa çıkarsınız onun sazıyla. Sizi mavi gökler altında, bozkırlarda, yaylalarda, çiçek denizi dağlarda gezintiye çıkarır. Bir bakıma, Yalçın Gökçebağın tablolarında resmettiği o zarif, çok çiçekli ve daima hareket üzre Anadolu insanının macerasından geçersiniz türküler boyunca.
Konser, tam bir Talip Özkan dersiydi aslında. Hem o üstün saz tekniğini hem de Ege türkülerinin otantik olarak nasıl seslendirileceğini gösterdi. Solistliği bir yana onun asıl ünü, bağlamayı/sazı kendine özgü parmak ve tezene teknikleriyle çalmaktaki ustalığında değil miydi? Bunu, 1961de Giresunlu Remzi Kaptandan derlediği düz horonu icra ettiğinde gözümüzle görüp kulağımızla duyduk. Bir bağlamadan, parmak ve tezene marifetiyle nasıl bütün geleneksel Türk çalgılarının icraları duyulur, bu adapte nasıl başarılır?.. Talip Özkanın ustalığı işte tam da burada zaten. Nasıl gitarı kıskanıp tek sazla resital verilebileceğini dünyaya göstermişse, kemençeyi de kıskanıp bir horon havasını sazla çalabiliyordu o.
Bir buçuk saat boyunca kâh memleketi Denizli ve çevresinin türkülerini, kâh Aydının, Ödemişin zeybeğini, kâh Silifke yöresinden portakal zeybeğini dinletti. Dört Azeri oyun havası çaldı ki sazın sınırlarını zorlayan bir icraydı bu. Sesine 67 yaşın yorgunluğu çökmüş olsa da, ustadan Ege türkülerini, zeybekleri otantik haliyle dinlemek, hakikaten tarifsiz bir zevkti. Bağırıp çağırmadan türkü nasıl söylenir, nasıl demlendirilir ve dinleyici üzerinde nasıl bir tesir-i hakiki icra edilir, bunu gösterdi. Sanki sahnede, sarı ışıkların altında değil, Egenin bir yaylasında, bulutsuz bir yaz göğü altında, meşe ağacına yaslanmış çalıyor, söylüyordu. Bu buluşmanın, türkülerin tadını damakta bıraktığının o da farkındaydı: Çalacak o kadar çok şey var ki bir buçuk saate sığdırmak mümkün değil. İyi çaldıklarımı söylemeye çalıştım. diyerek bir başka ders daha veriyordu, gerçek bir sanatçının sahip olması gereken tevazuydu bu. Her türküden sonra gelen coşkulu alkışlara mukabele etmek için yerinden büyük bir incelikle kalkıp utangaç bir tavırla önünü ilikleyip dinleyiciyi selamlaması ise anlayana çok şey söylüyordu. Parmakların ve sesin dert görmesin Talip Hoca, türkülerinin sesi kısılmasın…