Seyfullah Işık'ın kitap eleştirisi
İngiliz tarihçi Philip Mansel'in kitabı Konstantiniyye, Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453 – 1924, İstanbul'un beş yüz yıllına mercek tutuyor.
İstanbul üzerine yazılan kitaplar, özellikle seyahatnameler ve şehir tarihi hakkında yapılan çalışmalar, yalnızca kişisel merakla izah edilebilir mi? Batılı bir yazar, kendi "medeni" tarihinin ürünü olan Londra, Paris, Roma şehirleri dururken niye, İstanbul'un tarihini yazma gereği duyar? Philip Mansel'in kitabı okulup bitirildiğinde geriye böylesi sorular kalıyor.
Konstantiniyye Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453 -1924, adıyla dilimize kazanadırılan eserin, ilk kez 1996'da yayınlanmış olması okuru yanıltmamalı. Yazar, 2007'nin "Şeker Bayramı"nda yazdığı Sonsöz'le, ardan geçen zamanı telafi ediyor. Mansel'in, uzmanlık alanının saray hanedan tarihçiliği olduğunu kısa biyografisinden okumak mümkün.
On beş bölümlük kitap, şeçereler, notlar, kaynakça ve dizin eklemelerinden oluşuyor. Şerif Erol'un dilimize kazandırdırğı eser, çevirideki ustalığıyla dikkat çekici. Ne var ki, aynı ustalığı, divan şiirinden yapılan alıntılamalarda görmek -birkaç şiir dışında- mümkün değil.İstanbul'un fethiyle başlayan Konstantiniyye, 2007 yılının siyasal gelişmelerine dair yorumla son buluyor.
Philip Mansel, şehirlerin "biçimlenmesinde" hanedanların, çoğrafya ve iklim kadar belirleyici olduğuna inanıyor.Yazara göre, uzun ömürlü yegane hanedanlık ve her düzeyde işleyen etkileşimler bütünü, Osmanlı'yı Viyana ve Paris'i şekillendiren hanedanlıklardan farklı kılan unusurlar.Fatih'in İstanbul'a girişinin anlatılmasıyla başlayan ilk bölüm, okuyucuya sonraki bölümlerin üslubuna dair mükemmel bir örnek sunuyor.Tarihi bilgiler vermede çoğunlukla başarılı olan yazar, kişisel yorumlarında ise taraflı davranıyor! "Osmanlı İmpartorluğu hiçbir zaman, "Braudel'in idda ettiği gibi, 'bir Avrupa ve Hırıstiyanlık aleytarı olmammıştır…" biçimindeki yorumlar, aldatıcı yorumlar…
İslam'ın devrimci imaları olan din olarak tanımlanmasıyla başlayan ikinci bölüm, Konstantiniyye'nin İslam şehri kimliğini kazanması sürecini anlatıyor.Mansel, bu bölümde de sık sık kişisel görüşerini okurlarına aktarıyor: "Şehirin Müslümanlaştırılması Osmanlı dimağının kapanmasına da katkıda bulunmuştur.Günümüz insanının dimağı nasıl televizyonla doluysa, o da tıka basa dinle doluydu.Müslüman Konsatantiniyye'de Bağadat ya da Kurtuba'nın entellektüel özgünlüğü ya da araştırmacı ruhu yoktu".Yazarın araştırmacı yönünü, yine bu bölümde görmek/okumak mümkün. Pangaia Pege Ortodoks kilisesinin balıklarını merakla, 1992 yılında yola revan olan Mansel "tetkikleri" sonrasında "sazanlanmış olarak, eli boş döner…
Topkapı Sarayı bağlamında Osmanlı bürokrasisi, giyim-kuşam kültürü, yeniçeri teşkilatına dair anlatılardan oluşan üçünücü bölüm, "Haremler ve Hamamlar" adlı sonraki bölümün önsözü niteliğinde. Tek bir kitap içinde, Osmanlı hanedanının – hemde payitahtının -anlatılmaya çalışılması, kitabı alıntılar manzumesine dönüştürüyor kaçınılmaz olarak. Bu bölümlerdeki yorumlar, özellikle Harem'le ilgili olanlar, evlere şenlik! Betimlemeler hayvansal ve bitkisel unsurlarla "yoğunlaştırılmış" olarak çıkıyor okurun karşısına. "Osmanlı sarayının parıltılı vahşi ormanı içinde en iyi savunma saldırıydı" biçimindeki ifade, bu betimlemerin en "ılımlı"sını oluşturuyor.
"Vezirler ve Tercümanlar" bölümünde Köprülü ailesini dair anlatılanlar, ortalama bir tarih kitabından okunabilecek nitelikte. Saraya bağlı tercümanların anlatılmasının yanında, seyahlara dair söylenenler çok daha ilgi çekici."Konsatantiniyye'de seyahatin amacını bilimsel araştırma değil, iktidar ve para oluştururdu" derken, gezginerli haklı çıkarmak adına, yine Osmanlı'yı eleştirme gereği duyuyor:"Zihinsel merak eksikliği şehrin lanetiydi. Galata'nın kimi sakinleri Haliç'in öte yanına geçmek zahmetine bile katlanmazdı."
Sultan'a, Topkapı Sarayı'ndan Galata'ya seyrettiren Mansel, Osmanlı'nın çiçek zevkini anlatırken , "Osmanlıların çiçeklere mukaddes emanetlermişçesine davrandıklarını" aktarıyor. Okurunu şaşırtmayı seven yazar, vezirlere padişahlara yüksek faizle borç verdirip zenginlere siyah, fakirlere de kırmızı havyar yedirmekte sakınca görmüyor. "Yeniçeri'nin Çatık Kaşları'ndan sonra, Konsatantiniyye'nin "öyküsü" daha da bildik bir hal kazanıyor. II. Mahmut'la birlikte başlayan yeni dönem, Ankara'nın Başkent oluşuyla tamamlanıyor.
Kitabın büyük bir bölümünü, kahvehanelerin bolluğuyla dikkatini çeken Kuzguncuk'ta yazdığını belirten Mansel, oryantalizim meselesine de değiniyor.Böylelikle, fikiri masumiyetini ispatlamış olarak çıkıyor okurun karşısına. Fransa'nın Osmanlı'da bilimsel sanatsal ilerlemesi yolundaki çabalarını anlattıktan sonra, savını Edward Said'i eleştirerek desteklemeye çalışıyor: "Bu durumda, Edward Said'in , "oryantalizim esas olarak Batı'nın Şark'ı yönetme' arzusunun dışavurumudur.' tezi bizim için özellikle yanıltıcı olur.Zira realpolitik nedeniyle, Osmanlı İmpartorluğu'nun güçlenmesinden en çok çıkarı olan ülke Fransa'ydı. "Günümüz İstanbul'unun geçmişteki kozmopolit kimliğini kazanmaya başladığını ima eden Mansel "…Şarkiyatçılık ya da Garbiyatçılık gibi sorunlarla kafaları karıştırmadan'' yana olmadığını belirtirken, aslında bir kez daha-bu kez isim vermeden-Edward Said'ê çatıyor.
''Önsöz'' ünü Mete Tunçay'ın yazdığı böylesine hacimli ve iddialı bir çalışmayı, ''hiç sıkılmadan, haz alarak okumak'' , uzman işi olsa gerek.Betül Mardin, Taha Toros Münevver Ayaşlı, Safiye Ayla… gibi, lendi alanında ''usta'' pek çok İstanbullunun adını bu kitapta görmek, okur için asıl mutluluk nedeni…